top of page
  • Yazarın fotoğrafıGamze Akpul Tosun

Londra Günlügüm

Güncelleme tarihi: 13 Mar 2020





2000 yılında henüz çocukken gittigim, yıllardır tekrar gitmenin hayalini kurdugum Londra’yla 2019’un Aralık ayında sonunda kavustuk. Gitmeden önce öyle kabarık bir liste yaptım ki… Müzeler, restoranlar, kafeler, sokaklar, instagram noktaları… Hepsini altı günde bitiremeyecegimizi biliyordum ama öyle güzel gezdik ki, hepsini sizlere anlatmak için sabırsızlanıyorum. Baslamadan önce sunu belirtmeliyim ki, her gezgin, Londra’yı mutlaka Aralık ayında bir görmeli. Noel ruhunu en iyi yasatan sehirlerden biri çünkü. Telefonumun ve fotograf makinemin hafızasını doldurup döndüm resmen. Tolga’yı da fotograf çektirme konusunda bir hayli bezdirdim tabii. Neyse endiselenecek bir sey yok; hala beraberiz! :)))





Londra’nın çok pahalı bir sehir oldugunu mutlaka duymussunuzdur. Bir de benden duyun: ÇOK PAHALI! Ama üniversite arkadasımız Göksu sayesinde otel masrafımız olmadı. Kendisi bize güzel evini açtı; hatta açmakla kalmadı evi komple bize bıraktı gitti. :) Buradan kendisine tesekkür etmek istiyorum. Iyi ki varsın Göksu! :)





21 Aralık’ta Türk Hava Yolları’nın direkt uçusuyla Londra Gatwick Havaalanı’na indik. Havaalanından Oyster kartlarımızı aldık. Londra’da rahatça gezebilmek için toplu tasıma sart. Metro ve otobüsler en iyi dostunuz oluyor seyahat boyunca. Oyster karta para yüklediginizde hepsinden faydalanabiliyorsunuz. Biz de baslangıç olarak 25’er pound yükledik kartlarımıza. Bir de 5 pound kart bedeli alıyorlar; sonra isterseniz o 5 pound’u geri alabiliyorsunuz. Gatwick Havaalanı’ndan direkt trenle London Bridge Istasyonu’na vardıktan sonra bir aktarma yapıp arkadasımızın evine ulastık. Biz North Greenwich’te, O2 Arena’nın orada kaldık. Londra’da metro duragına yakınsanız çok sanslısınız. Biz de o sanslı gezginlerdendik çünkü evden çıkıp yürüyerek 5 dakikada metroya binip istedigimiz yere gidiyorduk.

Bavullarımızı açıp biraz dinlendikten sonra Londra’daki ilk aksamımız için hazırdık. Ama Londra bize tam anlamıyla “Londra’lık” yaptı ve çok fena bir yagmur ile karsıladı. Bir yandan rüzgarla mücadele etmek zorunda kaldıgımız için semsiye de bizi pek kurtarmadı. Yorgunluk, uykusuzluk, kötü hava derken ben karamsar bir moda giriyordum az kalsın. Metroyla Bond Street’e gittik. Oxford Street’e geçtik. Sonra karnımız acıktı ve “bizi ancak güzel bir burger kendimize getirir” motto’suyla solugu Patty & Bun’da aldık. Sansa hiç sıra beklemeden masamıza oturduk ve harika bir aksam yemegi yedik. Burayı kesinlikle not edin!




Karnımız doyunca moraller düzeldi ve eve gidip uyumadan önce görmek için yanıp tutustugum Covent Garden’a gidelim dedik. Geç bir saatte gittigimiz için ortalık sakindi. Gün içerisinde Londra’nın en hareketli ve canlı mahallerinden biri. Özellikle Noel dönemi cıvıl cıvıl. Covent Garden sokaklarında biraz dolanıp bütün mekanların kapalı oldugunu görünce buraya daha sonra gelmeye karar verip eve döndük.







Londra’da uyanmak… Mutluluktan ölebilirdim. Erkenden uyanıp hazırlandım ve bir an önce turistik gezimize baslamak için Tolga’nın basının etini yedim. :)) Bu tatilde onun sınırlarını zorlamıs olabilirim ama elimde degildi! Görecek çok yer, yapacak çok sey ve çekecek çooook fotograf vardı. Bir an önce baslamalıydık.

Ilk hedefimiz London Bridge metro istasyonuydu. Vardıktan sonra Londra Köprüsü’nden yürüyerek geçip Tower Bridge istikametine dogru yürümeye basladık. Thames Nehri’nin kenarında harika bir rota var iki köprü arasında. Hava günesliydi ve Aralık ayı standartlarına göre gayet iyiydi. Üsümeden ıslanmadan Londra’da dolastıgımız için kendimi çok sanslı hissediyordum. Yürürken önce gözümüze bir hayli yüksek bir bina olan The Shard çarptı. Bu binada ofisler, Hotel Shangri-la ve restoranlar var. Sehir manzarasının tadını çıkarmak isteyenlere duyurulur. Yürümeye devam edip Tower of London’a ulastık etrafında turladık, fotograf çektik. Sonra Londra’da oldugumuzu en çok hissettiren Tower Bridge’de yürüdük, manzaranın tadını çıkardık. Tower Bridge’de iki tane kule ve bir müze bulunuyor. Gemilerin rahatlıkla Thames Nehri’nden geçebilmesi için açılır kapanır bir sisteme sahip bu güzel köprü. 1974 yılına kadar buhar enerjisiyle açılıp kapanıyormus. Buhar sistemini görmek için müzeyi ziyaret edebilirsiniz.




Henüz kahvaltı yapmadıgımızı fark edip Costa’da bir mola verdik. Buranın kahvelerine ve sandviçlerine bayılıyorum. Karnımızı doyurduktan sonra Londra’nın en ünlü kulelerinden biri olan Heron Tower’ın 39. katına çıktık. Burada çok güzel bir restoran var. Ismi Sushi Samba. Dekorasyonu da manzarası da süper. Aç olmadıgımız için sadece içeriyi gezmekle yetindik. Camdan dısarıyı izlerken meshur Sky Garden’ı da görmüs olduk. Burası da sehir manzarasının tadını çıkarmak isteyenler için ideal. Önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor Sky Garden’a. 24 saat açık olması çok güzel. Gün dogumu ve gün batımı inanılmaz keyifli oluyormus. Biz yer bulamadık; bir dahakine insallah.






Aslında henüz acıkmamısken karsımıza Wasabi çıkınca dayanamadık, sushi ve chicken katsu curry yedik. Uygun fiyatlı ve inanılmaz lezzetli yemekleri. Karsınıza bol bol subesi çıkacak Londra’dayken, mutlaka deneyin. Yemekten sonra Londra’nın sanat bölgesi olan Shoreditch’e geçtik metroyla. Çok renkli ve mutlaka görülmesi gereken bir semt burası. Sokak sanatı, sık restoran ve kafeler, tasarım dükkanlar, sanatçılarla dolup tasıyor.





Shoreditch’ten sonra Somerset House’a gittik. Burayı çok merak ediyordum. Burası aslında bir sanat merkezi. Sanatçılara yaratıcılık ve egitim fırsatı tanıyan bir topluluk. Burada bir sürü sanatsal etkinlik düzenleniyor yıl boyunca. Aralık ayında avluya harika bir buz pisti ve devasa bir yılbası agacı kuruldugu için Londra’nın en fotojenik noktalarından biri haline geliyor Somerset House.

Bir gece önce hakkını veremedigimiz için gecikmeden solugu Covent Garden’da aldık. Bond Müzesi’nin önünden geçerken James Bond’a bir selam verdik; magaza kısmına baktık. Sonra bölgedeki meshur magazaların ve instagram noktalarının pesine düstük. Fotograf çekmek/çektirmek hiç kolay olmadı çünkü inanılmaz kalabalıktı her yer. Petersham Nurseries isimli magazaya bayıldım. Içerideki her sey çok pahalıydı ama dolasması çok keyifli bir magaza. Cafe kısmı da bulunuyor. Balthazar’ın önü tam anlamıyla Hallmark yılbası filmlerinin seti gibiydi. Fotograf için sıra bekledik tabii ki. Adım attıgımız her yerden, baktıgımız her köseden yılbası coskusu fıskırıyordu resmen.







Neal’s Yard’a dogru yürüdük. Buraya mutlaka gidin. Rengarenk binalarla çevrili, gizli bir avlu. Çok hareketli ve popüler bir bulusma noktası. Jacob the Angel’da tatlı bir kahve molası verdik. Sonra meshur Homeslice Pizza’nın rezervasyon defterine adımızı yazdırıp, sıranın bize gelmesini beklerken Stanford isimli kitapçıyı gezdik. Masamızın hazır oldugu haberi gelir gelmez restorana kostuk ve hayatımızın en iyi pizzalarından birini yedik. Pizzalar devasa! Siz de giderseniz bizim gibi yapın ve pizzanın iki yarısına farklı malzemeler koydurun. Aklım denemediklerimde de kalmadı degil. :))




Karnımızı (fazlasıyla) doyurduktan sonra Trafalgar Meydanı’na gittik. Burası Londra’nın en önemli meydanlarından biri. Müzelerle, galerilerle ve tarihi yapılarla çevrili. Aralık ayında giderseniz bizim gibi yılbası pazarına da denk gelebilirsiniz. Yılbası pazarından pancake alıp meydanda gezindik. Ulusal Galeri de Trafalgar’da bulunuyor. Yılbası pazarını gezip krep yedikten sonra gece yürüyüsümüze devam ettik ve London Eye’a dogru yürüdük. Big Ben’in restore edildigini biliyordum ama Westminster Sarayı’nı da restore edilirken görünce üzüldüm. Özellikle Big Ben’i dogru dürüst fotograflamak için 2021 veya daha sonrasında Londra’ya tekrar gelmek farz oldu.






Sizler de benim gibi Ayı Paddington karakterinin hayranıysanız eger, Paddington Tren Istasyonu’na ugramadan Londra’dan dönmeyiniz. Çocuklar gibi sevinerek istasyonda oradan oraya kosturdum resmen. Paddington’ın heykeli ve bankıyla bol bol fotograf çektirdim. Filmin sahnelerini yasadım resmen.





Günün yorgunlugunu atmak için metroya binip son duragımız olan Churchill Arms Pub’a gittik. Burası Londra’nın en eski pub’larından biri ve Kensington bölgesinde yer alıyor. 1750 yılında açılmıs. 1800’lerde Winston Churchill’in büyükanne ve büyükbabası buranın müdavimlerindenmis. Ikinci Dünya Savası sonrasında pub’ın ismi Churchill Arms olmus. Binanın dısı da içi de oldukça etkileyici. Normalde çiçeklerle kaplı olan dıs cephe, Aralık ayı oldugu için yılbası ısıklarıyla kaplıydı. Içeride Churchill ile ilgili birçok obje var. Aynı zamanda birbiriyle alakasız bir sürü esya bir araya gelmis ve harika bir bütünlük olusturmus. Lokal bir bira içip objeleri incelemek çok keyifliydi. Çalan müziklere de bayıldık.





Ertesi gün, yine heyecandan erkenden uyandım çünkü istikamet Notting Hill idi! Notting Hill Gate metro istasyonunda indik. Kensington Sarayı ve Belediye Binası’nın önünden geçerek kahvaltı mekanımıza, Farmer Girl’e geldik. Burayı çok uzun zamandır merak ediyordum. Rezervasyonumuz olmadıgı için yarım saat kadar sıra bekledik ama kesinlikle degdi. Taze, organik ürünlerle hazırlanmıs harika bir kahvaltı yaptık ve kendimizi Notting Hill sokaklarına attık.





Burada dolasırken her binanın, her kapının önünde fotograf çektirmek istiyor insan. Hele benim gibi Hugh Grant ve Julia Roberts’ın basrollerini paylastıgı Notting Hill filminin hayranıysanız… Portobello Road’a dogru yürüdük, antikacıları gezdik. Hafta içi oldugu için ortalık sakindi ve çok keyifliydi. Sokagın iki tarafı da, saglı sollu dükkan, cafe ve restoranlarla doluydu. Çok sevdigim, juice’larıyla meshur Joe & The Juice’tan bir meyve suyu aldım ve Notting Hill filmindeki meshur mavi kapıya, fotograf çekmeye gittik. Sonra, Hugh Grant’in filmde çalıstıgı, Notting Hill Bookshop isimli kitapçıya gittik. Kitapçıdan zor ayrıldım. Hediyelik esya dükkanından Tolga bana Ayı Paddington seklinde bir anahtarlık aldı. :) Çay/kahve molası vermeden önce Biscuiteers isimli muhtesem kafenin dükkan kısmını gezip önünde fotograf çektirdik. Bu bölgenin son duragı ise Gail’s Bakery oldu. Çayımızı içip bir sonraki, çok yorucu duragımız için enerji depoladık.











Eveeet, sıra Winter Wonderland’e gelmisti. Metroya binip Hyde Park Corner istasyonunda indik. Yaklasık bir saat kadar sıra bekleyip Hyde Park’ın içine kurulan, Londra’da yılbası döneminin sembolü olan bu devasa eglence parkının içine girmeyi basardık. Giris ücretsiz ama içerideki ride’lar, yeme-içme, buz pateni ve gösteriler ücretli. Noel ruhunu doyasıya yasadıgımız o üç saati hayatım boyunca unutmayacagım. Sıcak sarap ve sıcak çikolatalarımızı yudumlayıp canlı müzigin tadını çıkardık. Tolga benim için prenses bir ayıcık kazandı. :) Sıralar çok uzun oldugu için seçici davranıp birkaç seye binebildik sadece.







Lunaparktan çıkıp solugu Elan Cafe’de aldık. Birkaç subesi bulunan Elan Cafe, Londra’nın çiçek konseptli kafelerinin en meshurlarından. Ama ne yalan söyleyeyim, bana biraz abartılmıs geldi. Neyse, yine de görmüs olduk ve aklım kalmadı.







Sıra geldi Mayfair semtine. Nezih, hareketli, elit… Mayfair denince aklıma bu tabirler geliyor. Annabel’s isimli mekanın önünden geçerken büyülendik resmen. Binanın tamamını kaplayan yılbası agacı seklinde dizilmis ısıkların fotografını çektikten sonra Mayfair 34 isimli restorana gittik. Rezervasyonumuz olmadıgı için burada yemek yemedik ama içeride fotograf çekmemize izin verdiler. Yılbası süsleriyle kaplı tavana hayran oldum. Sonra oradan çıkıp Sketch isimli mekanda bir seyler içtik. Burası oldukça popüler ve güzel bir mekan. üç farklı odadan olusuyor. Iki tanesi bar, bir tanesi restoran konseptli. Içeride sanat galerisi de bulunuyor.








Iki günlügüne Londra seyahatimize ara verip Edinburgh’e kaçtık. Döner dönmez de evin oradaki O2 Arena’yı gezelim dedik. Dünyaca ünlü müzisyenlerin konserlerinin oldugu O2 Arena’nın aynı zamanda da alısveris ve restoran kısımları var. Biraz magaza baktıktan sonra solugu South Bank bölgesinde aldık. Thames Nehri kıyısında, Londra’nın en iyi lokasyonlarından biri bu bölge. Bir sürü mekana ve müzeye ev sahipligi yapıyor. Ilk önce Golden Hind isimli tarihi gemiyi yakından inceledik dolasırken. Sir Francis Drake, 1577-1580 yılları arasında bu gemiyle bir dünya turu yapmıs. Gerçekten büyüleyici ve akılalmaz! Sonra St. Paul’s Catherdal’ı fotografladık. 1615-1711 yılları arasında insa edilen katedral, tüm ihtisamıyla Londra’nın en çok turist çeken mimari yapılarından biri. Sonra, tam karsısındaki Millenium Köprü’sünden geçerek Tate Modern Müzesi’ne yürüdük. Müzeyi gezmeyi çok istiyordum ama 26 Aralık Boxing Day oldugu için müzeler kapalıydı. Boxing Day bir Ingiliz icadı ve Noel’in ertesi günü olan 26 Aralık’ı “hediyelesme günü” olarak belirlemis Ingilizler. Yardıma ihtiyacı olanlara, Noel günü çalısmak zorunda olanlara verilen bir ödül bu gün aslında. Hediye, para ve yiyecek yardımı konseptinde bir gün Boxing Day.





Eger Londra’da alısveris çılgınlıgına kapılmak isterseniz Oxford, Bond ve Piccadilly caddelerindeki magazalara mutlaka bakın. Noel dönemi oldugu için her yerde indirim vardı ama pound yüksek olunca biz çok fazla alısveris yapmamaya karar verdik. Bir sey almasanız da, yılların department store’u Liberty’ye mutlaka girin. Kendine özgü bir dekorasyonu ve tasarımı var. Oxford Circus ve Piccadilly Circus’ta aksam saatinde o kaosu yasayın. Kavsaklarda dururken, insan kalabalıgını ve araç trafigini birkaç saniye gözlemleyin. Londra’nın bu kaotik havası beni hem yordu hem de bana yasadıgımı hissettirdi.





Soho, Londra’nın en güzel bölgelerinden biri. Yeme/içme alternatifi bol. Özellikle Kingly Court’a mutlaka göz atın. Çok tatlı bir food hall. Soho bölgesine gelmisken Carnaby Sokagı’ndan mutlaka geçin. Aralık ayında harika bir süsleme yapılıyor burada.




Yine kilometrelerce yürüdükten sonra karnımız acıktı. Bella Italia’nın Soho’daki subesine gittik. Romantik, lezzetli ve doyurucu bir yıldönümü yemegi yedik Tolga’yla. :) Londra’da sık sık karsınıza çıkacak bir restoran zinciri. Italyan yemegi seviyorsanız (kim sevmez ki?) mutlaka deneyin.




Tatilimizin sonuna yaklasırken her anımızı dolu dolu yasamaya çalısıyorduk. Londra harika bir sehir ama hem çok büyük hem de yapacak çok sey var; bu yüzden inanılmaz yorucu. Neyse, “ha gayret” dedik ve sabah kalkar kalkmaz Westminster Abbey’nin oraya metroyla gidip biraz fotograf çektikten sonra tekrardan metroya binip Victoria bölgesine geçtik. Burası da Londra’nın en güzel mahallelerinden. Önce Westminster Katedrali’ne gittik. Hem içini hem dısını görüp hayran olduktan sonra, kahvaltı için gitmeyi çok istedigim Dominique Ansel Bakery’ye gittik. Bademli kruvasan yedik ve neredeyse parmaklarımızı da yiyorduk!!! Arka bahçe “afternoon tea” için ayrılmıstı ama orada da fotograf çekmeyi ihmal etmedik. Burası, çok tatlı bir sokakta yer alıyor ve bir diger ünlü Londra mekanı olan Peggy Porschen Cakes de Victoria bölgesinde. Oraya da ugradıktan sonra otobüse bindik. Londra’yı deneyimlemenin en güzel yöntemlerinden biri çift katlı kırmızı otobüslerden birine binip üst katın en ön koltuklarına kurulmak. Otobüsten Chelsea duragında indik. Bir diger favori muhitlerimden biri de bu bölge oldu. Gezmesi o kadar keyifli ki. Alısveris ve mekan alternatifi için çok zengin bir yer. L’eto isimli ünlü bir bakery’nin bir subesi de burada. Aklınızda bulunsun. Kings Road da buraya kadar gelmisken gezilmeli.









Sırada meshur Harrods vardı. Londra’nın en meshur alısveris merkezi… Bir kat sadece Harrods ve Londra ile ilgili hediyelik esyalara ayrılmıs. Oradan birkaç sey almadan duramadım. Harrods o kadar ihtisamlı ve büyüleyiciydi ki…




Sonra çok yorgun oldugumuz için Victoria & Albert Müzesi’ni gezmeden önce bir mola verelim dedik ve Fernandez & Wells isimli bir kafede çay/sandviç keyfi yaptık. Londra’nın en güzel yanlarından biri birçok müzeyi ücretsiz ziyaret edebilmek. Victoria & Albert Müzesi de onlardan biri ve kesinlikle görülmeye deger. Özel sergiler hariç müzenin büyük bir çogunlugunu ücretsiz gezebilirsiniz. Binanın kendisi de, eserler de oldukça etkileyici. 5000 yıllık tarih, 2.3 milyondan fazla eser.





Aksam yemegi yemeden önce Whittard of Chelsea’den evimize çay aldık. Aklınızda bulunsun, çayları ve kahveleri çok güzel. Ingiltere denince akla ilk gelen seylerden biri çay oldugu için almazsak olmazdı.




Aksam yemegi için tercihimizi Soho’daki Burger & Lobster’dan yana kullandık. Olaganüstü bir aksam yemegiydi. Eve gitmek için metroya binmeden Chinatown’dan geçtik. Bir daha oraya adım atmasam olur. :))





Eveeet, geldik son tam günümüze… Devasa Westfield alısveris merkezi için düstük yollara. Varınca meshur Ben’s Cookies’ten harika kurabiyeler alıp biraz dolastık. Eger layıgıyla alısveris yapmak istiyorsanız buraya neredeyse tam gününüzü ayırmanız gerekir. Burada yok yok. Aklınıza gelecek her türlü marka burada mevcut. Bir buçuk saatin sonunda islerimizi halledip Baker Street’in yolunu tuttuk. Madame Tussauds’un önünden geçtik ama girmedik çünkü önceden ziyaret etmistik. Baker Street’e gitmemizin nedeni Sherlock Holmes Müzesi’nin orada fotograf çektirmekti. Film dekoru gibi burası. 221B binasına mutlaka ugrayın ve Sherlock Holmes Müzesi’nin önünde fotograf çektirin; hediyelik esya dükkanını ziyaret edin. Pret A Manger’da sandviç ve kahve molası verdikten sonra Daunt Books’a gittik. Kitapçılara bayılıyorum ve burası gerçekten inanılmaz güzel. Fotograflara bakınca bana hak vereceksiniz.






Londra’ya kadar gelmisken British Museum’u ziyaret etmeden dönmek istemedik. Buranın da girisi ücretsiz. Çok büyük ve birçok esere ev sahipligi yaptıgı için ve bizim de kısıtlı zamanımız oldugu için birkaç koridorunu gezip en merak ettigimiz alana, mumya bölümüne yöneldik. Nutkumuz tutuldu resmen. Mutlaka görülmeli.





Aksam yemegi için evin dibinde olan O2 Arena’da olmaya karar verdik. Burada, yine meshur burger zincirlerinden biri olan Byron Burger’da harika bir aksam yemegi yedik. Eve gidip bavullarımızı yaptık ve son gecemizde, sehrin en güzel rooftop’larından biri olan Madison’a gittik. St. Paul Katedrali’ne nazır, terasta saraplarımızı yudumladık ve bu unutulmaz tatil için kadeh kaldırdık.






Dönüs günü geldi çattı. Uçaga binmeden önce Buckingham Sarayı’nın oraya metroyla gittik. Londra’yla vedalasmak için güzel bir noktaydı bence. Sonra tekrardan Gatwick Havaalanı’na gittik. Uçagımız Istanbul’a gitmek için havalanırken Londra’yla tekrar kavusacagımızdan emindim…





























































































115 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page